İKİNCİ BLOG MACERASI

Yeni bir maceraya bugün yelken açmış bulunmaktayım. Kafamın içinde biri var, sürekli konuşup duruyor. Konuşan bu adama engel olmaktansa ona da bir şans vermeye karar verdim ve serbest bıraktım cümlelerini. Bunun için ilk adım olarak ona yeni bir sayfa açtım. Bundan sonra iki koldan yazmaya devam edeceğim. İş yükümde herhangi bir artma olmayacak, zira insan kendi kendine eğlenirken herhalde yorulmaz. Öyle değil mi?


Bir yandan Vivaldi dinleyen bir yandan da saptamalarıyla gereğinden fazla gereksizliğe boğulan bu adamın yazılarının adresi :

http://tespitlerkomedyasi.blogspot.com/

Uğradığınızda tebessüm etmeden ayrılmamanız ümidiyle…

UNUTMAK

“Düşünen Adamın Not Defteri”nde bulunması gereken bir söz ile başlamak istiyorum bu yazıya. Söz şahsıma ait. Bir öneminin olup olmaması o kadar da mühim değil, zira sözü söyleyebilmekti asıl önemli olan.


“Eğer unuttum diyebiliyorsan bil ki henüz unutamamışsın. Bir yerlerde hâlâ ufak da olsa kendini muhafaza etmiş adını koyamadığın her ne varsa, her neyse! İşte o seni bırakmadan unutamazsın!”

 
Unutmak… Beynimiz acaba hangi koşullarda unutabilir? Bu sorunun cevabını biliyor olsaydım, biliyor olsaydık eminim hayatımızın seyri muhteşem bir şekilde değişecekti. Neyi unutmak istiyorsak onu benliğimizden silmek için uğraşırdık; bundan eminim. Hayatımız üzerindeki tüm olumsuz izleri kapasitemiz yettiğince silmek için kimbilir ne kadar çabalardık!


Bazen bir kişi, bir olay, bir söz bizleri ışık hızından katbekat daha hızlı bir şekilde yıllar öncesine götürür. Olumsuzluklar mıdır bizleri bu “an”larla yüzleşince tedirgin eden? Bilemiyorum… Bildiğim bir şey varsa o da unutmak için ne kadar enerji harcarsak harcayalım, yolun sonuna geldiğimizde unutmak istediğimiz neyse, her neyse bizleri karşılayacaktır. Bu yüzden unutmak istemeyi istemiyorum; çünkü hayat zıt kutuplarıyla yaşanıyor ve tüm bu zıtlıkların bir anlamı var. Bu anlamları yakalayabilmek ve anlamlar içerisinde kendimize yeni “anlam”lar çıkartabilmemiz için varlar. Böyle düşünüyorum. Başka bir örnek vermem gerekirse, hayatı yaşıyorken tam da hayatımızın ortasında sadece belirli tatlar üzerine kurulu bir mutfak düşünün. Bu mutfaktaki yemeklerin çeşitliliği üzerine ne kadar farklı kombinasyonlar oluşturabilir ki insan?

Unutmak eylemi ne zaman zihnimizde belirginleşirse işte o zaman devreye “keşke” giriyor. Gerçekten “keşke” dediğimiz anda hayatımız bir anda geriye dönse ve “o an”da yeniden koşullandırılsa her şey. O zaman ileride bizleri derin derin düşündüren ne varsa silinecek ve şu an için yaşadığımız anda daha mutlu olacağız öyle mi? Peki o zaman hayat üzerindeki deneyimlerimiz ne olacak? Buna değecek mi? Şahsi kanaatim değmeyeceğinden yana. Hayat karşısındaki duruşumuzun güçlenmesini sadece bizleri mutlu eden etmenlere dayandırıyor olmamız gibi bir portre çıkar eğer “değer!” dersek. Burada bırakmak istiyorum, bu konu üzerine biraz kendi duygu ve düşünce dünyanızda kendi portrenizi oluşturmanız için…

Kendi portrem mi? William Shakespeare’in 43. sonesi şöyle başlar: “Apaçık görüyorum gözlerimi yumunca…” Burada türlü betimlemeler yapıp süslü kelimeler kullanabilirim elimden geldiğince. Dilimiz bu konuda oldukça elverişli. Kendi düşüncelerimi, hislerimi bu yazıyı okuyan insanlara anlatabilirim. Kimsenin anlamayacağı bir paragraftan başka bir şey olmayacağı kanısındayım. Sadece şunu söyleyebilirim. Ne zaman “unutmak” kelimesi ile karşılaşsam gönlümün kapıları şiddetle sarsılır, zihnimi saran bir sis bulutuna maruz kalırım. Hissettiklerim o kadar güçlü ve yoğun olur, düşüncelerim de o kadar savunmasız  kalır ki gerçekten acıdan başka bir şeyi ne hissedebilir ne de belirsizlikten başka bir şeyi düşünebilirim…

MiMDiR MiM

İlk mimimi aldım. Ya da daha önce aldım ama gözümden kaçtı, bilemiyorum.  Eğer göremediysem şimdiden özür dilemek isterim. Nil mimlemiş, teşekkür ederim kendisine. 

"Mim konusu: Güne başlamak istediğin şarkı nedir? Tek bir tane ama her gün çalsa bıkmayacağım dediğin şarkı?"

Cevap için çok düşünmeme gerek yok zira periyodik olarak güne başlarken dinlediğim çok güzel bir Mattafix parçası var, ismi Living Darfur.

Buradan dinleyebilirsiniz. Şarkıyı dinlerken sözlerini de takip edebilmeniz için sözlerini de yazayım istedim. Buyrunuz:

Mattafix - Living Darfur

See the nation through the people's eyes,
See tears that flow like rivers from the skies.
Where it seems there are only borderlines
Where others turn and sigh,
You shall rise

There's disaster in your past
Boundaries in your path
What do you desire when lift you higher?
You don't have to be extraordinary, just forgiving
Those who never heard your cries,
You shall rise

And look toward the skies.
Where others fail, you prevail in time.
You shall rise.

You may never know,
If you lay low, lay low
You shall rise

Sooner or later we must try... Living
You may never know,
If you lay low, lay low

See the nation through the people's eyes,
See tears that flow like rivers from the skies.
Where it seems there are only borderlines
Where others turn and sigh,
You shall rise

You may never know,
If you lay low, lay low

Sooner or later we must try... Living

MADDE VE MÂNÂ

Bu yazımın iki çıkış noktası var. İki aforizma…

“Manevi yanları en güçlü olan insanlar öbürlerinden kat kat daha büyük trajediler yaşar. Kesinlikle bu sebeptendir ki; yaşamı onurlandırırlar. Çünkü yaşam onlara en dehşetli silahlarıyla saldırır.” Friedrich Nietzsche
 
“Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olamayandır.” Arthur Schopenhauer



Madde ve mânâ… Var oluşumuzdan beri bu iki kavram arasında yaşıyoruz. Elde ettiklerimiz ya da elde ettiğimizi sandıklarımız arasında yaşıyoruz. Bir şeyler var bizimle olan, neyin bizimle olduğunu algılayabilmek asıl mesele. Peki gerçekten neye sahibiz? Sahip olduğumuzun bilincinde miyiz?


Sahip olduğumuz aslında sadece benliğimizdir. Başka bir nosyon aramakla algılarımızın çalışma mekanizmasını engelliyoruz. Ve hatayı da burada yapıyoruz. Düşünebilen varlık olabilmeyi yaşamak dururken türlü arayışlar içerisine gark olmakla hataya davetiye çıkarıyoruz. Bu arayışlar “madde”lerde gizli. Ne kadar düşünüyorsak maddeyi, o kadar batıyoruz derine madde bataklığında.



Dünyada algıladıklarımızın doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için bizlere yardım edecek en önemli kavramların merkezinde manevi değerler vardır. Misalen, dürüstlük ve yalan ilişkisini irdeleyelim. Yalan, maddeye ulaşabilmek için kullanılan bir silahtır. Hangi yalan insanı bir silah gibi yaralamaz ki? Silah diyorum, zira maddeye ulaşırken zarar veriyor her şeye, herkese. Yıkıma neden olan yalana “silah” demenin yanlış bir kullanım olduğunu sanmıyorum. Dürüstlük, tekilliktir. Dürüst olmak ne kadar tekilse, yalan da o kadar çoğuldur. Yalanın tekil olması durumunu bi’ düşünün rica ediyorum. Tek yüzlü, tek olasılıklı yalan! Zıt olanı yapmakla birlikte doğruya ulaşmak… İşte o zaman insanoğlu, “doğru” ve “yanlış” üzerine derin ayrılıklara düşmezdi. Çok daha iyi bir durumda olurduk; kesinlikle daha iyi olurdu!
  

Dürüstlüğü, günümüzdeki zıt kutbu olan sonsuz sayıdaki surete ve sonsuz büyüklükteki kapsama sahip yalana tercih edenler kolay olanı isteyip, kolay olanı elde edebilmeyi kendilerine hayat düsturu edinmişlerdir. Bu kadar basit. Asıl zor olanı, naçizane aforizmam ile söylemek istiyorum.


“Zor insanların zor hayatları olur. Kolay olanı istemeyi herkes düşünür, zor olanı yapmayı ise hiç kimse istemez. Zoru yaşamayı sadece birikim sahibi olanlar başarabilir.”


Burada düşünmenizi istediğim yegâne şey, yazımın en başındaki aforizmadır. Manevi kavramları hayatının merkezine yerleştirip hayatını bu ilkelere göre yaşamak için çabalayanlara hayat gerçekten zor olacaktır. Ve bu zorlukların sadece birini yaşamak için bile tüm maddiyatı feda edebilmenin eşiğinden geçmek onlar için hiç de zor değil. Onlara mukavemet kazandıran da düşünce gücü olacaktır pek tabii. Peki biz hayatın neresindeyiz? Kendimizi nerede görüyoruz ya da gerçekten görebiliyor muyuz?

UYGULAYIM BİLİMİ


Başlık sizi yanıltmasın sakın! Bildiğimiz "TEKNOLOJİ"den bahsedeceğim. Öznel yaklaşımlar ve bir o kadar da trajikomik olaylar anlattım size. Neden trajikomik kelimesini seçtim bilmiyorum. "Teknoloji konusunda ne kadar özürlüyüm anlatamam!" cümlesi yazının özeti, işte bunu anlattım biraz sonra okuyacağınız cümlelerde.

Tamamıyla şahsıma ait ilk bilgisayarımı 22 gün önce aldım. Yine şahsi çabalarımla. Yaşımı buradan belirtmek niyetinde değilim, söylersem bütün büyü bozulacak. Anlayın işte, durum işte bu kadar vahim. Normal şartlarda ortalama düzeyde bilgim vardır teknoloji ile alakalı, yani öyle sanıyorum. Gelişmeleri takip ederim internet üzerinden, cep telefonuma da teknolojik gelişmeler mesajları gelir günde 3 kere. Her gün
-internet erişimim olmazsa!- 3 yeni bilgi, mis gibi. Demem o ki teori tamam. Asıl sorun “uygulama”da...


GİRİŞ:
Başımdan geçen şu olayları anlatayım isterseniz. Bu dizüstünü alınca bir de yanında “3G Mobil Modem” aldım. Ne olur ne olmaz, internete girmem gereken bir anda “Ya bağlantı yoksa?!” telaşı yapmamak için. İşimi sağlama almadan yanayım daima. Kötü mü ettim? Kesinlikle hayır.


GELİŞME:
Arkadaşlarımın yanına geldim. Geldim diyorum çünkü halen daha onların yanındayım. Final sınavlarının sondan bir önceki ayağını kayıpsız tamamlamak adına ders çalıştık. Paydos ettik ama internet yok bulunduğumuz yerde. Şu benim “acil” durumlar için aldığım 3G modemi çıkardım hemen. Bu anlar için almıştım ya bunu. İlerigörüşlüyüm ya! Bir insan böyle cihazlarla alakasız olur da bu kadar olmaz! Kutusuna bile dokunmamışım aldığımdan beri, neyin ne olduğunu nereden bileyim. Aldım almasına ama… Nasıl kullanacağım ki bunu?


Neyse ki benim kadar sorunlu olmayan arkadaşlara sahibim. Öyleymişim, yeni öğrendim… İnternete bağlanacağım ana kadar ne yapılması gerekiyorsa onlar yaptılar. Bu yazımı da ilk “3G Mobil Modem”in bağlantısı ile yazıyorum. Anı mahiyetinde kendi kendime seviniyorum işte.


SONUÇ:
Anlatmak istediğim –benim için- hoş bir olay daha var. O da bağlantı için gereken sim kartın “PIN 1” kodunun yazdığı kısımda 4 haneli sayının benim doğum günümü gün ve ay olarak belirtmesiydi. Yani bu da böyle bir anımdır. Anlatmak istedim.


Hamiş:
Teknolojiye ayak uydurmayanların vay hâline…