MADDE VE MÂNÂ

Bu yazımın iki çıkış noktası var. İki aforizma…

“Manevi yanları en güçlü olan insanlar öbürlerinden kat kat daha büyük trajediler yaşar. Kesinlikle bu sebeptendir ki; yaşamı onurlandırırlar. Çünkü yaşam onlara en dehşetli silahlarıyla saldırır.” Friedrich Nietzsche
 
“Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olamayandır.” Arthur Schopenhauer



Madde ve mânâ… Var oluşumuzdan beri bu iki kavram arasında yaşıyoruz. Elde ettiklerimiz ya da elde ettiğimizi sandıklarımız arasında yaşıyoruz. Bir şeyler var bizimle olan, neyin bizimle olduğunu algılayabilmek asıl mesele. Peki gerçekten neye sahibiz? Sahip olduğumuzun bilincinde miyiz?


Sahip olduğumuz aslında sadece benliğimizdir. Başka bir nosyon aramakla algılarımızın çalışma mekanizmasını engelliyoruz. Ve hatayı da burada yapıyoruz. Düşünebilen varlık olabilmeyi yaşamak dururken türlü arayışlar içerisine gark olmakla hataya davetiye çıkarıyoruz. Bu arayışlar “madde”lerde gizli. Ne kadar düşünüyorsak maddeyi, o kadar batıyoruz derine madde bataklığında.



Dünyada algıladıklarımızın doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için bizlere yardım edecek en önemli kavramların merkezinde manevi değerler vardır. Misalen, dürüstlük ve yalan ilişkisini irdeleyelim. Yalan, maddeye ulaşabilmek için kullanılan bir silahtır. Hangi yalan insanı bir silah gibi yaralamaz ki? Silah diyorum, zira maddeye ulaşırken zarar veriyor her şeye, herkese. Yıkıma neden olan yalana “silah” demenin yanlış bir kullanım olduğunu sanmıyorum. Dürüstlük, tekilliktir. Dürüst olmak ne kadar tekilse, yalan da o kadar çoğuldur. Yalanın tekil olması durumunu bi’ düşünün rica ediyorum. Tek yüzlü, tek olasılıklı yalan! Zıt olanı yapmakla birlikte doğruya ulaşmak… İşte o zaman insanoğlu, “doğru” ve “yanlış” üzerine derin ayrılıklara düşmezdi. Çok daha iyi bir durumda olurduk; kesinlikle daha iyi olurdu!
  

Dürüstlüğü, günümüzdeki zıt kutbu olan sonsuz sayıdaki surete ve sonsuz büyüklükteki kapsama sahip yalana tercih edenler kolay olanı isteyip, kolay olanı elde edebilmeyi kendilerine hayat düsturu edinmişlerdir. Bu kadar basit. Asıl zor olanı, naçizane aforizmam ile söylemek istiyorum.


“Zor insanların zor hayatları olur. Kolay olanı istemeyi herkes düşünür, zor olanı yapmayı ise hiç kimse istemez. Zoru yaşamayı sadece birikim sahibi olanlar başarabilir.”


Burada düşünmenizi istediğim yegâne şey, yazımın en başındaki aforizmadır. Manevi kavramları hayatının merkezine yerleştirip hayatını bu ilkelere göre yaşamak için çabalayanlara hayat gerçekten zor olacaktır. Ve bu zorlukların sadece birini yaşamak için bile tüm maddiyatı feda edebilmenin eşiğinden geçmek onlar için hiç de zor değil. Onlara mukavemet kazandıran da düşünce gücü olacaktır pek tabii. Peki biz hayatın neresindeyiz? Kendimizi nerede görüyoruz ya da gerçekten görebiliyor muyuz?

UYGULAYIM BİLİMİ


Başlık sizi yanıltmasın sakın! Bildiğimiz "TEKNOLOJİ"den bahsedeceğim. Öznel yaklaşımlar ve bir o kadar da trajikomik olaylar anlattım size. Neden trajikomik kelimesini seçtim bilmiyorum. "Teknoloji konusunda ne kadar özürlüyüm anlatamam!" cümlesi yazının özeti, işte bunu anlattım biraz sonra okuyacağınız cümlelerde.

Tamamıyla şahsıma ait ilk bilgisayarımı 22 gün önce aldım. Yine şahsi çabalarımla. Yaşımı buradan belirtmek niyetinde değilim, söylersem bütün büyü bozulacak. Anlayın işte, durum işte bu kadar vahim. Normal şartlarda ortalama düzeyde bilgim vardır teknoloji ile alakalı, yani öyle sanıyorum. Gelişmeleri takip ederim internet üzerinden, cep telefonuma da teknolojik gelişmeler mesajları gelir günde 3 kere. Her gün
-internet erişimim olmazsa!- 3 yeni bilgi, mis gibi. Demem o ki teori tamam. Asıl sorun “uygulama”da...


GİRİŞ:
Başımdan geçen şu olayları anlatayım isterseniz. Bu dizüstünü alınca bir de yanında “3G Mobil Modem” aldım. Ne olur ne olmaz, internete girmem gereken bir anda “Ya bağlantı yoksa?!” telaşı yapmamak için. İşimi sağlama almadan yanayım daima. Kötü mü ettim? Kesinlikle hayır.


GELİŞME:
Arkadaşlarımın yanına geldim. Geldim diyorum çünkü halen daha onların yanındayım. Final sınavlarının sondan bir önceki ayağını kayıpsız tamamlamak adına ders çalıştık. Paydos ettik ama internet yok bulunduğumuz yerde. Şu benim “acil” durumlar için aldığım 3G modemi çıkardım hemen. Bu anlar için almıştım ya bunu. İlerigörüşlüyüm ya! Bir insan böyle cihazlarla alakasız olur da bu kadar olmaz! Kutusuna bile dokunmamışım aldığımdan beri, neyin ne olduğunu nereden bileyim. Aldım almasına ama… Nasıl kullanacağım ki bunu?


Neyse ki benim kadar sorunlu olmayan arkadaşlara sahibim. Öyleymişim, yeni öğrendim… İnternete bağlanacağım ana kadar ne yapılması gerekiyorsa onlar yaptılar. Bu yazımı da ilk “3G Mobil Modem”in bağlantısı ile yazıyorum. Anı mahiyetinde kendi kendime seviniyorum işte.


SONUÇ:
Anlatmak istediğim –benim için- hoş bir olay daha var. O da bağlantı için gereken sim kartın “PIN 1” kodunun yazdığı kısımda 4 haneli sayının benim doğum günümü gün ve ay olarak belirtmesiydi. Yani bu da böyle bir anımdır. Anlatmak istedim.


Hamiş:
Teknolojiye ayak uydurmayanların vay hâline…

BAKIŞ AÇISI


Bu yazıda biraz daha düşünce temelli bir konu olan “bakış açısı”ndan bahsetmek istiyorum. Bizleri birbirimizden keskin çizgilerle ayıran, şöhreti enginlere sığmayan bakış açısına doğru kulaç atalım. Bakalım neler göreceğiz? Ve özellikle belirtmek isterim, mânâ hususunda pek derin olmayacak bu yazı. Ne kadar derine gitmek isterseniz, o kadar düşünmeniz gerekecek.

Gelin, ilk olarak “algı”yı irdeleyelim. Algı nam-ı diğer idrak, anlayış. Meşhur beş duyumuz ile başlar algı mekanizmasının işleyişi. Duyular aracılığıyla aldıklarımız –her neyse- bazılarımızın zihninde bir imge, bir renk, bir koku, bir ses, bir hissediş olur çıkar, ve bazılarımızın gönlünden doğan bir duygu olur. Hepimizi birbirimizden farklı yapan da bunlardır işte. Sofistike olabilir bunlar, karışık olmasına karşın net de olabilir; bunun yanı sıra acı&tatlı, keskin de olabilir. Artık bir “şey” var zihnimizde, şekil almayı bekleyen. Eğer bu şekil bir hamursa, düşünce de bu hamura şekli verecek olan fırıncı olacaktır pek tabii. 

Gelin şimdi bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım.

Joshua Bell’den bahsetmek istiyorum. Stradivarius -ki 1713 yapımı- sahibi sanatçı, nisan 2007’de Amerika’da Washington metrosunda, metronun en yoğun olduğu zamanda 45 dakika boyunca konser vermiştir. Tebdil-i kıyafet halinde olması tanınmasına engel olmuştur. Bu 45 dakika sonunda sadece 32 $ toplayabilmiştir. 3,5 milyon $’lık bir kemanla 45 dakikalık bir klasik müzik dinletisinin getirisine de bakın! Duyular, algılar, düşünceler... İnsanlığın tüm bunlardan en az birinden ne kadar yoksun olabileceğinin olasılığını düşünürken, her şeyi elinin tersiyle itebilmesi gerçekten de üstün bir başarı değil midir insanın?

Daha fazla boş konuşmak istemiyorum. Bakış açımız bize kapıları çoktan açtı bile. Buradaki mesaj tabii ki “doğru algılayabilmek”ti. Acaba gerçekten günün herhangi bir saatinde bakış açımız, bizlere doğru mesajı almamızda yardımcı olabiliyor mu? Yoksa ciddi anlamda bitmiş durumda mıyız?

Hamiş. Sakın yazımı havada bıraktığım hissine kapılmayın. Şu yazıyı okuduktan sonra “mesaj”ı biraz düşünün istedim. Her şeyin hazır olarak karşımıza gelmesinden ziyade, elde edebilmek için çaba sarf etmenin önemini naçizane vurgulamak istedim. Ne kadar başarılı olmuşumdur, orası meçhul.

Yapılan deneyi detaylı okumak isteyenler için orijinal dilinde :